2015/03/29
Babaanneden torunu ve gelinine nasihat dolu sözler
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile
gelinin sesleri geliyordu:
“-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de
soğutmadan ye!..”
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden
getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini
görünce:
“-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!..” dedi.
...
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
“-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele
babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!” dedi.
Evin gelini:
“-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek
sofrasına oturur, o da gelince yer.” dedi. Yaşlı kadın:
“-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa,
evlerin de iffeti ve edebi vardır.”
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
“-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti… Anlat bakalım,
merak ettim!..” dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın
karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız,
annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz
konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık.
Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp
onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya
oturmadan sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi.
Huzurla hepimiz başlardık yemeğe… Sonunda da sofra
duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece
yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın
edebidir, yavrum!..”
Torunu:
“-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz
babaanneciğim!” dedi.
“-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi
hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren
olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor
musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum,
hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli
İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki,
anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar,
acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi.
Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları
uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf
elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu
dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok
bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini
örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse
utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın
perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık.
Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder;
ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik.
Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce
yüzümüz kızarırdı.”
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile
salonun perdelerini çekti.
“-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli
olur.» derdi büyüklerimiz… Evler, kocaman duvarlarla
çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç
çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep
ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe
asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya
çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine
girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en
arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra
mandalla… Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz,
edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi.
Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken
ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes
alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları
asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse
umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde
eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık
oluyor bu yenenlerde… Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, «Yemeğinizin
kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün
kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki
yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye
diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur
herhalde… Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz;
yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar… Bu da evin
iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden
problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten
Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların
etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep
hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!..” dedi gelinine…
Leylâ mahcup bir şekilde:
“-Evet anneciğim.” diyebildi.
Torunu:
“-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar
gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip
binlerce kişiye gösteriyorlar!..”
“-Aayy ne ayıp… İnsan hiç yediğini söyler mi?”
“-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri
yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve
kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde
yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar…”
“-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak
desene… Evler çırılçıplak kaldı desene…” dedi gözyaşları
içinde anlatmaya devam etti:
“-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul
kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına
tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden
yürürdük… Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada… Tabiî
ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin
bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir.
Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır
. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Unutma, hayâ, îmandan bir
şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi
anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye… Aslında bir hadîs,
hadîs-i kudsî hem de… Yani mânâsını Allâh’ın Peygamber
Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin
kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis… Bu hadîs-i kudsîye
göre:
“Allah Teâlâ, Âdem -aleyhisselâm-’ı yarattığı vakit Cebrâil
-aleyhisselâm- ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona
dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem -aleyhisselâm- aklı tercih etti. Cibrîl -aleyhisselâm-
hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve
ilim dediler ki:
“-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik.
Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten
sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî
oluruz.
Cibrîl -aleyhisselâm- da öyle ise yerlerinize yerleşin!..”
diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde
yerleşti.”(Mahmud Sami Ramazanoğlu, Musâhabe)
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı
gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem
de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak…”
Gelini:
“-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe
buhranlarımız arttı.” dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
“-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!”
dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini
görünce sessiz bir şekilde Allâh’a hamd etti.